Türkiye için çok büyük gelir kaynağı olan turizmin daha da gelişmesi konusunda projeler hazırlayan iş ve Pazar geliştirme danışmanı Yavuzcan Yazıcı ile klasik turizm, sürdürebilir turizm, turizmde karbon ayak izlerinin azaltılması, iç turizmin büyütülmesi konularını ele alan bir söyleşi yaptık.
- Sayın Yavuzcan Yazıcı, Türkiye ve dünya turizminin son yıllardaki gelişimi nasıl? 2024 yılı sezon kapanışında büyük bir memnuniyet vardı. 2025'de nasıl bir açılış yaşandı? Turizm kentlerinden şikayetler, yakınmalar duyuyoruz.
- Bu sorular yalnızca turizm sektörüne değil, aslında Türkiye’nin yapısal planlama eksikliğine ve gelip geçici, kısa vadeli ekonomi-politikalarına da ayna tutmakta.
Bu soru ve sorunları üç ana başlıkta açıklayabilirim;
2024 Sezonu: Görünen Başarı, Derİnleşmeyen Kalİte
Bazı verilere şüpheyle yaklaşsam da 2024 sezonunun Türkiye için niceliksel anlamda şaşırtıcı ölçeklerde başarılı geçtiğini anlıyoruz.
• 50 milyonu aşan turist sayısı…
• Yaklaşık 50 milyar dolar turizm geliri hedeflerine yaklaşılması…
• Başta Antalya, İstanbul, Muğla ve Kapadokya olmak üzere pek çok destinasyonda doluluk oranlarının yüksek seyretmesi sektör profesyonelleri için memnuniyet verici gibi görünüyor.
Ancak bahsi geçen başarı:
• Kişi başı harcama düşüklüğü (ortalama 830–850 dolar bandı),
• Kitle turizminin baskınlığı,
• Türk lirasının düşüklüğüne rağmen fahiş fiyatlar,
• Ekonomik istikrarsızlık ve fiyat dengesizliğinin yerel halkın hayat kalitesi üzerindeki olumsuz etkiler (kira fiyatlarının artışı, altyapı sorunları, kültürel çatışmalar) nedeniyle sorgulanabilir bir “nicelik başarısı” olarak kaldı.
2025 Sezon Açılışı: Belirsizlik ve Tedirgin Memnuniyetsizlik
2025’in ilk yarısı, özellikle Avrupa ve Rusya pazarlarında bazı yapısal ve politik belirsizliklerle başladı.
• Ukrayna-Rusya savaşı,
• Euro bölgesindeki ekonomik durgunluk,
• Türkiye’deki döviz kuru dalgalanmaları ve enflasyon,
• Vize süreçlerinde yaşanan problemler (hem gelen hem de çıkan turiste dönük)
sezon açılışını görece temkinli hâle getirdi.
Öte yandan, eskiden olduğu gibi Mayıs sonu itibarıyla problemler varlığını sürdürüyor
• Türkiye’nin tek rekabetçi destinasyonu Antalya yine güçlü başladı.
• İstanbul’da ise Tarihi Yarımada ile Boğaz arasına sıkışıp kalmış, yenilenemeyen tur anlayışı, kentsel dönüşüm ve ulaşım altyapısı şikayetleri ile turizm deneyimini zorlamaya devam ediyor.
HER YIL HAZIRLIKSIZ YAKALANIYORLAR
- Her yılın Haziran ayında aynı şikayetler neden tekrarlanıyor?
- Bu sorunun yanıtı aslında üç düzeyde karşımıza çıkıyor:
a) Yapısal Planlama Eksikliği:
Turizm bölgeleri hâlâ mevsimsel kazanca göre günü kurtaran yaklaşımlarla yönetiliyor.
• Turizm konusunda yetersiz belediyeler, esnaf ve işletmeciler her yıl yeni bir sezonu sıfırdan planlıyormuşçasına hazırlıksız yakalanıyorlar. Aslında ortada ne strateji var ne de plan…
• Örneğin altyapı çalışmaları yazın ortasında sürüyor, plajlar ve yollar geç açılıyor, çevre temizliği yetersiz kalıyor.
• Geçmiş yılı değerlendirip analiz edecek ne çalışma var ne de bir sonraki yılı önlemler alarak planlayıp düzenleyecek turizm bilinci…
b) Regülasyon Eksikliği ve Denetimsizlik:
• Gıda, fiyatlandırma, hijyen ve gürültü konularında uygulama ile söylem arasında büyük fark var. Ölçümlenmiş bir veriden hareket etmek diye bir şey söz konusu bile değil.
• Örneğin Booking, Airbnb ve kısa süreli kiralık ev pazarına yönelik düzenlemeler hâlâ gri alanda seyrediyor.
• Düzenli, ölçülebilir turist memnuniyeti yerine günübirlik kazanç önceliklendirilmiş durumda.
c) Toplum-Turist Çatışması:
Yerel halkın yaşam alanları ile turistik talepler arasında her geçen yıl büyüyen bir gerilim var.
• Konut krizi,
• Su ve enerji tüketiminde artış,
• Kamusal alanların özelleştirilmesi,
• Kültürel uyumsuzluklar...
bu karşıtlığı artırıyor.
• Halk, turizmden pay alamadığı, turizm gelirlerinden yaşam kalitelerini artırmak gibi geri dönüşler ve faydalar elde edemediği için turizme giderek yabancılaşıyor. Bu nedenle de yöre halkında "turizm varsa huzur yok" duygusu artıyor.
“TÜRKİYE DAHA FAZLA TURİST ÇEKEBİLİR”
- Türkiye’nin büyük ölçüde kum-deniz-güneş üçlüsüne dayanan klasik turizm potansiyeli sınırlara dayandı mı, daha da genişleme olasılığı var mı?
- Bu soru aslında, Türkiye'nin son 40 yılda inşa ettiği turizm modelinin nerede takıldığını, neyi başaramadığını ve neden artık “daha fazlası” değil, “başka bir şey” gerektiğini tartışmaya açıyor.
Bu bağlamda yanıtı üç düzeyde ele almak yerinde olur:
Kitle Turizminin Arz-Talep Döngüsü: Doyum Noktası Göründü
Türkiye'nin turizm gelirinin hâlâ yüzde 60'tan fazlası Antalya, Muğla ve kısmen İzmir-Çeşme ekseninden geliyor. Bu bölgelerdeki hizmet altyapısı ve konaklama kapasitesi 1980’lerdeki “Akdeniz modeli” üzerine kurulu:
• Düşük fiyatla yüksek doluluk hedefi,
• Her şey dahil sistemine bağımlılık,
• Standartlaştırılmış, kültürden arındırılmış paketler.
Bu model özellikle 2015 sonrası döviz krizleriyle birlikte “ucuz Türk lirası üzerinden rekabet avantajı” yaratmaya başladı. Ancak bu, kısır bir döngüye neden oldu:
• Kişi başı harcama 2019’da 700 $ iken, 2024’te en fazla 850 $ civarında. Oysa İtalya, İspanya gibi benzer destinasyonlarda bu rakam 1.200–1.500 $.
• Türkiye’de gecelik harcama ortalaması: 70–80 $ civarında ki bu, kalite yatırımı yapılmasını oldukça zorlaştırıyor.
Sonuç olarak;
Türkiye artık daha fazla sayıda turisti çekebilir ama daha fazla katma değer yaratamaz. Yani fiziksel genişleme hâlâ mümkün; fakat ekonomik ve kültürel değer üretimi tıkanmış durumda.
Doğal ve Sosyal Tükenme: Sürdürülemezlik Krizi
Kitle turizmi, yalnızca ekonomik anlamda değil, aynı zamanda ekolojik ve sosyo-kültürel anlamda da maliyet üretmeye başladı.
• Overtourism (aşırı turizm): Özellikle Bodrum, Alaçatı, Kapadokya gibi bölgelerde yaz aylarında yerel nüfusun 10 katına kadar çıkan turist yoğunluğu, atık yönetimi, enerji tüketimi, trafik ve güvenlik açısından ciddi sorunlara yol açıyor.
• Toplumsal Yabancılaşma: İlk soruya yanıt verirken de değindiğim gibi yerel halk, turizmden doğrudan fayda göremediği, aksine yaşam kalitesinin düştüğünü hissettiği sürece, sektöre mesafeli hatta düşman olmaya başlıyor.
• Ekolojik erozyon: Denize sıfır otel inşaatları, orman alanlarının turizme açılması, kıyı şeritlerinin kamuya kapatılması gibi uygulamalar artık kamuoyu tepkisi de çekiyor. (Datça’daki Kargı Koyu, Bodrum’daki Cennet Koyu örnekleri)
Bu bağlamda kitle turizminin fiziksel kapasitesi değil, toplumsal ve çevresel meşruiyeti sorgulanmaya başlanmıştır.
Artık “Büyüme” Değil, “Dönüşüm” Konuşulmalı
Türkiye’de turizmin önündeki asıl mesele daha fazla turist değil, daha bilinçli, daha nitelikli, daha yüksek katma değerli bir turizm profiline geçiş yapmaktır.
Bu da ancak şu dört temel dönüşümle mümkün olabilir:
- Tematik çeşitlendirme:
o Gastronomi, kırsal deneyim, agro-turizm, eko-yürüyüş, kültür rotaları gibi yeni temalar.
o Örnek: Carian Trail, Gastroute, Frig Yolu, GastroAntep gibi modellerin yaygınlaştırılması.
- Kentsel destinasyon markalaşması:
o İstanbul sadece Boğaz ve Yarımada’dan ibaret değil. Üsküdar, Kadıköy, Balat, Galata gibi semtler de tematik deneyimle yeniden tasarlanabilir.
- Kısa ama etkili deneyim ekonomisi:
o Üç günlük şehir kaçamakları, gurme hafta sonları, butik festival deneyimleri ile kişi başı harcama artırılabilir.
- Rejeneratif Turizm Yaklaşımı:
o Ziyaretçinin sadece tüketen değil, katkı veren bir aktör olarak konumlandığı modeller öncelik kazanmalı (örnek: yerel üreticiyle yemek atölyesi, kültürel miras koruma projeleri, permakültür deneyimi).
Sonuç:
Kum–deniz–güneş modeli Türkiye’nin 20. yüzyıldaki kalkınma aracıydı ama artık bu modelin 21. yüzyılın turistine, çevresine ve yereline hitap edecek şekilde dönüştürülmesi gerekir.
Büyümek değil, evrilmek zamanıdır. Aksi takdirde her yıl daha fazla turist gelmesine rağmen, halk daha da fakirleşecek, doğa daha fazla tahrip olacak ve turizm bir kalkınma ve refah aracı değil, yerel halk nezdinde giderek yaşam kalitesini tehdit eden bir musibet, bir yük olarak algılanacaktır.
- Türkiye’de turizmde ne ölçüde sürdürülebilirlikten söz edebiliriz?
Bu soruya dolandırmadan ve net yanıt vermek gerekirse:
Türkiye turizminde “sürdürülebilirlik” kavramsal düzeyde sıkça telaffuz edilse de uygulama düzeyinde büyük ölçüde göstermeliktir.
Gerçek anlamda sürdürülebilirlik hâlâ birkaç bölgesel iyi örnek dışında, ulusal turizm politikalarına yön veren bir prensip değil, bir pazarlama retoriği olarak işlev görüyor.
Bunu üç başlık altında açabiliriz:
1) Sürdürülebilirlik Ne Demekti, Türkiye Ne Anlıyor?
Sürdürülebilir turizm, çevresel etkileri en aza indiren, yerel ekonomiyi destekleyen, kültürel mirası koruyan ve toplumsal katılımı artıran bir anlayıştır.
Ancak Türkiye’de bu kavram genellikle:
• Otelin çatısına birkaç güneş paneli yerleştirmek,
• Kahvaltı büfesine “yerel reçel” koymak,
• Web sitesine “doğaya saygılıyız” yazmak,
gibi son derece yüzeysel uygulamalar sergileniyor. Bu bir tür estetik makyaj – yani göz boyama dediğimiz, etik olmayan “greenwashing”dir.
Oysa gerçek sürdürülebilirlik, işin bütün tedarik zincirine, ziyaretçi deneyimine ve yönetişim yapısına entegre edilmelidir.
2) Türkiye’deki Uygulama Pratiği: Dağınık, Plansız, Sığ
Türkiye’de hâlihazırda sürdürülebilir turizm yaklaşımını benimsemiş bazı bölgeler ve projeler var:
• Çıralı (Antalya): Caretta caretta koruma bölgesi olarak doğayla uyumlu pansiyon işletmeleri,
• Kazdağları ve Ayvalık çevresi: Kırsal eko-köyler, agro-turizm uygulamaları,
• Kapadokya: Balon turizmiyle gelen yıpranmaya rağmen butik otel işletmeciliği ve yöresel el sanatlarına dayalı ekonomi.
Ancak bu örnekler genelleştirilebilecek yapılar değil, çünkü ne ulusal politikalara entegre ediliyorlar ne de veriyle izleniyorlar.
Bir bölge UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bile olsa, çevresindeki yapılaşma kontrolsüz, atık yönetimi yetersiz ve kültürel taşıma kapasitesi aşılmışsa orada sürdürülebilirlikten söz edilemez.
3) Asıl soruna gelirsek: Ne Ölçüde Sürdürülüyor?
UNWTO ve GSTC (Global Sustainable Tourism Council) kriterlerine göre bir destinasyonun sürdürülebilir olması için;
• Doğal kaynakların korunması,
• Yerel ekonomiye katkı,
• Kültürel özgünlüğün yaşatılması,
• Toplumla bütünleşme,
• Ziyaretçi yükünün dengelenmesi
gibi temel ölçütlerin karşılanması gerekir.
Peki Türkiye bu kriterlerin neresinde?
• Ne yazık ki Türkiye hâlâ sürdürülebilirlik endekslerinde düşük performans gösteren ülkeler arasında.
• 2023 Global Sustainable Tourism Index verilerine göre Türkiye 35 ülke arasında 27. sıradaydı (kaynak: Euromonitor + McKinsey Travel Sustainability Report 2024).
• Turizm sektöründe emisyon azaltımı, su kullanımı, yerel tedarik zinciri, sosyal etki gibi alanlarda ölçümleme neredeyse hiç yapılmıyor.
Sonuç ve Öneri:
Türkiye'de sürdürülebilir turizm bir zorunluluk olarak değil, bir pazarlama söylemi ve tanıtım malzemesi olarak görülüyor. Bu kandırmaca kısa vadede turist çekebilir ancak uzun vadede doğayı, toplumu ve markayı yıpratır.
Eğer bu anlayış değişmezse;
• Yerel halkın turizme olan desteği düşecek,
• Doğal miraslarımız tehdit altına girecek,
• Kültürel özgünlüğümüz turiste hoş görünmek uğruna “mış” gibi yüzeysel ve yapay bir gösteriye dönüşecek.
Önerim:
Türkiye’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı düzeyinde, UNWTO – GSTC uyumlu ulusal bir sürdürülebilir turizm stratejisi yayınlaması, bu stratejiyi yerel DMO’lara entegre etmesi ve tüm destinasyonlarda ölçülebilir sürdürülebilirlik hedefleri tanımlaması artık bir tercih değil, zorunluluktur.
5) Turizmde karbon ayak izi konusu çok fazla konuşulmuyor ama bu konudaki hassasiyet ve önlemler alma düşüncesi ve çalışması ne ölçüde gerçekleşiyor?
Bu soru aslında Türkiye’deki turizmin “sürdürülebilirliği” yalnızca doğa sever bir “mış” gibi bir imaj olarak mı, yoksa iklim krizine karşı somut bir sorumluluk alanı olarak mı gördüğünü anlamamıza imkân veriyor.
Ne yazık ki yanıt net: Karbon ayak izi meselesi, sektörün gündemine hâlâ gerçek anlamda girmiş değil.
Bunu üç ana düzeyde değerlendirmek gerekir:
1) Kavramsal Düzeyde Farkındalık Eksikliği
Turizm sektöründe karbon ayak izi genellikle sadece ulaşım sektörüyle sınırlı düşünülüyor (özellikle uçak yolculukları).
Oysa:
• Otelcilik,
• Yeme-içme,
• Etkinlik ve organizasyonlar,
• Kentsel altyapı,
• Atık yönetimi,
gibi tüm bileşenler ciddi karbon salınımı üretir.
Örnek: Ortalama 5 yıldızlı bir otel, yıllık 1.500 ton CO₂ eşdeğeri salınım yapar (kaynak: Sustainable Hospitality Alliance – 2024).
Bu miktar, 320 aracın bir yılda yaydığı CO₂’ye eşittir. Türkiye'de bu farkındalığın otel işletmeciliğine entegre edilme oranı yok denecek kadar az.
2) Ölçümleme, Şeffaflık ve Raporlama Yokluğu
Türkiye’deki konaklama tesislerinin, karbon ayak izini ölçen ve raporlayan bir ulusal sistem yok ya da ben denk gelip göremedim.
• TÜROB, TÜRSAB ya da Bakanlık düzeyinde karbon ayak izine dair standartlaştırılmış bir izleme–raporlama altyapısı olduğunu duymadım.
• Bazı uluslararası zincir oteller kendi iç sürdürülebilirlik standartları kapsamında karbon ölçümü yaptığını biliyorum (örneğin Accor, Hilton, Marriott). Ancak bu uygulamalar bireysel inisiyatif düzeyinde.
Turizm işletmeleri hâlâ “karbon denkleştirme” (carbon offsetting), yenilenebilir enerji geçişi, sıfır atık uygulamaları, yeşil ulaşım teşviki gibi uygulamalara uzak durmakta, çoğu zaman da konuyu maliyet unsuru olarak görüyorlar.
3) Uluslararası Standartlarla Uyum Yok
• GSTC (Global Sustainable Tourism Council),
• UNWTO’nun 2030 Küresel Turizm Emisyon Azaltım Hedefleri,
• WTTC'nin Net Zero Roadmap gibi küresel çerçeveler, ülkelerden emisyon azaltımı konusunda ölçülebilir hedefler talep etmektedir.
Ancak Türk turizm sektörü, bu hedeflere henüz entegre olmuş değil
Örneğin İspanya’da 2023’ten beri tüm 4+ yıldızlı oteller için yıllık karbon raporlaması zorunlu hale getirilmişken, Türkiye’de böyle bir zorunluluk ya da teşvik bile söz konusu değil.
Sonuç ve Öneri:
Türkiye’de turizm sektörü, karbon ayak izi konusunda henüz başlangıç çizgisinde.
Konunun hem regülasyon düzeyinde hem işletme ölçeğinde stratejik öncelik hâline gelmesi gerekiyor.
Aksi takdirde:
• Küresel tur operatörleri Türkiye’yi düşük iklim performansına sahip destinasyon olarak etiketleyebilir,
• İklim bilinci yüksek ziyaretçiler Türkiye yerine alternatif ülkelere kayabilir,
• Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı bağlamında sınırda karbon düzenlemeleri dolaylı olarak turizm sektörünü de vurabilir.
Önerim şu:
- Turizm Bakanlığı'nın otelcilik ve tur operatörlüğü için karbon ayak izi ölçüm ve raporlama sistematiğini başlatması,
- Düşük karbon ayak izine sahip destinasyonlar için “Yeşil Bayrak” benzeri bir teşvik ve görünürlük programı başlatılması,
- Belediyeler ve DMO’lar eliyle “karbon nötr turizm etkinlikleri” pilot uygulamalarının desteklenmesi gerekmektedir. Tabii ki bunun için de DMO’ların işin uzmanlarından oluşan kurumsal bir yapıya kavuşturulması ve yaygınlaştırılması gerekir.
- Bizim gibi yıllardır DMO odaklı çalışan, proje üretenlerin artık siyasi tercihler nedeniyle görmezden gelinmemesi gerekir.
PANDEMİ SONRASINDA İÇ TURİZMDEKİ ARTIŞ
6) Ülke içi turizminin son yıllarda çok geliştiğine ilişkin düşüncelere hak veriyor musunuz? Yakın zamana kadar akla gelmeyen kimi kentler arası turizm trafiğinin artması konusunda neler düşünüyorsunuz?
Bu soruya hem rakamsal hem de davranışsal düzeyde yanıt vermek gerekir.
Evet, son 5 yılda özellikle pandemi sonrası dönemde Türkiye’de iç turizmde hem niceliksel bir artış hem de niteliksel bir yönelim değişikliği yaşandı. Ancak bu artışın kalıcı bir dönüşüme mi yoksa geçici bir tepkiye mi karşılık geldiği hâlâ tartışmalıdır.
Şöyle düşünelim;
1) İç Turizmin Yükselişinde Etkili Faktörler
Türkiye’de iç turizmin yükselmesinde neler etken rol oynadı?
• Pandemi sonrası dışa çıkamama hali: Yerli turist yakın çevresini keşfetmeye yöneldi.
• Artan döviz kuru: Yurt dışı tatili birçok kişi için erişilemez hâle geldi.
• Sosyal medya etkisi: Instagram ve YouTube’daki mikro-influencer’lar aracılığıyla bilinirliği düşük lokasyonlar görünürlük kazandı (örneğin Lavanta Köyü, Salda Gölü, Mardin sokakları, Isparta yaylaları gibi…).
• Otobüsle, karavanla, motorla seyahat gibi esnek, kısa süreli, bireysel seyahat pratiklerinin artışı.
Rakamsal veriyle bakarsak:
• TÜRSAB’a göre 2023 yılında iç turizm harcamaları ilk kez 1,3 trilyon TL’yi aştı.
• 2024’te bu rakamın 1,6 trilyon TL’yi geçeceği tahmin ediliyor (Bkz: TÜRSAB İç Turizm Raporu, Şubat 2024).
• Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de 2023 yılında 100 milyona yakın yerli seyahat gerçekleşti — bu sayı 2019’a göre yaklaşık yüzde 30 artış demek.
2) Kentler Arası Turizm Trafiği: Moda mı, Fırsat mı?
Son 5 yılda “bilinmeyen” destinasyonların popülerleştiğini gözlemliyoruz.
Bunlar arasında:
• Kültürel merkezler: Mardin, Van, Kars, Gaziantep, Hatay
• Doğal deneyim merkezleri: Isparta (lavanta ve gül), Erzurum (karavan ve doğa yürüyüşleri), Eskişehir (şehir içi kültürel tur)
• Kırsal keşifler: Seferihisar, Ayvacık köyleri, Kazdağları, Artvin–Borçka–Şavşat üçgeni
• Gastronomi odaklı destinasyonlar: Afyon, Hatay, Gaziantep, Balıkesir
Bu yükseliş, yerel ekonomiler için önemli fırsatlar yaratıyor ancak bu yönelimin kalıcı olabilmesi için üç kritik unsur gerekiyor:
- Erişilebilirlik: Ulaşım altyapısının iyileştirilmesi
- Deneyim tasarımı: Sadece mekân değil, yaşanacak şey sunulmalı
- İçerik ve anlatı: Kentin özgün hikâyesi güçlü bir marka stratejisiyle anlatılmalı
3) Tehlike: Plansız Talep, Tüketen Ziyaretçi
Ne yazık ki iç turizmde artan talep her zaman sorumlu ziyaretçiye ya da planlı destinasyon yönetimine karşılık gelmiyor.
• Mardin, Amasra, Safranbolu gibi tarihi kentlerde;
• Ayder, Salda, Uzungöl gibi doğal alanlarda;
aşırı kalabalık, otopark ve konaklama kaosu, altyapı sıkışması, fiyat patlamaları ve çevre kirliliği yaşanmaya başladı.
Yani “yerli turist” sayısı artmış olsa da, “nitelikli, kültürel olarak uyumlu ve sürdürülebilir turist” haline dönüşüm sağlanamadı.
Bu nedenle kentler arası turizm trafiği artarken aslında kültürel taşıma kapasitesi gibi kavramların da acilen gündeme alınması gerekiyor.
Sonuç:
İç turizm, Türkiye’nin kriz dönemlerinde en büyük emniyet supaplarından biri oldu.
Ancak bu artışa stratejik rehberlik edilmediği takdirde hem doğa hem kent dokusu hem de sosyal ilişkiler zarar görebilir.
Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, iç turizmi “ucuz alternatif” olarak değil, kültürel bütünleşme, yerel kalkınma ve deneyim ekonomisi fırsatı olarak ele alan bir yaklaşım geliştirmektir.